bir dost

... ama sen şunu cok iyi biliyorsun ki büyümek bana gore değildi, hiç bir zaman da istemedim.
ancak her zaman kendimiz için doğru olanı istemeyiz. (ezber)
bunu söyleyebiliyorsam, büyümüş sayılabilirim ve fakat zannedersem.
ezberi kuvvetlendikçe büyüyor insan.

ş!

öğrenilmiş antipatiklik.

uyur uyanık bir halde "antipatik"'in, patik olmayan herhangi bir ayak giyeceği ya da patik olanın karşıtı olabileceği ihtimalini düşündüm bugün. tabii çıkamadım işin içinden. tdk'ya baktım, ancak kabul etmiyorum yazılanları bu kez. kelimelerin psikolojik yanlarını hep atlıyor ultraçokbilmiş bilgeler(!). madem kabul etmiyordum, yapacak tek şey kalmıştı. 4 izleyicimin olduğu bu alemde bütün saçma ve kötü olayların sorumlusu olarak kendimi gördüğümü itiraf etmek. ettim ve allah beni affetsindi. aramızda kalsın ama sevimsizim, iticiyim ya da soğuk nevaleyim diyebilmek de hayli zormuş.

ey huyu kuruyasıca dünya!

ahmet haşim'in de kulağını çınlattım bugün ya da kemiklerini sızlattım. şimdi bunu kestiremiyorum. bir çıbana (halk arasında şark çıbanı ya da halep çıbanı diye anılır.) bile lokasyon yükleyen ey dünya üzerindeki halklar, siz de en az benim kadar antipatiksiniz (sevimsiz, itici, soğuk nevale). ahmet haşim de bir antipatikti. kendini bir odaya kapamak ve sevgisini esirgemek herşeyden. nefret ve bunalım. dondurulmuş yiyeceklerden ne farkı vardı ki bunun?

bütün bunlara rağmen, yani kendimi kötü hissetmem için yeteri kadar neden varken, neden hayatımı öğrendiklerim üzerinden giderek b.. ediyordum? madem işe yaramıyor öğrenmek neden öğrenmeye devam ediyordum? tuhaf, oldukça. ben herşeyi öğrendim bitti de, şimdi uygulamaya geçtim. nasıl antipatiğim anlatamam! nispet.

beher biz gibi şahlanma yetisine sahip atlar dahi ölürlerse yere düşerler. O vakit bunun neresi metafor (liselerde ahmet haşim'in merdiven adlı şiirinde merdiveni hayatla bağdaştırmasıyla öğretilen edebi bir terimdir.) neresi hakikat bilebilir misin? Bir yola çıktım. Böyle gözlerimi kapattığımda çizemediğim bir yol ama.

...

bu sırada "bye bye love. bye bye happiness. hello lonelines. i think, i am gonna cry" (ne alaka demeyin, telefonumun melodisi bu.) diye çalar telefonum. arkadaşım d. arıyordu, çok dakikti.

soruyor "neredesin?" diye. (d. şefkatin, dik duruşun ve akıl okuyuculuğun metaforuydu hep.) "bilmiyorum d., bekliyorum hala." diyorum. d. "o nasıl yol ş!? hiç yolda beklenir mi? yollar beklemek için değil, yürümek içindir. sen bir daha bak bakalım hakikaten bekliyor musun yoksa hakikaten yolda mısın? hakikaten istemiş misin, hakikaten talip olduğun şey için kendini bitirmiş misin? hakikaten ağaç mısın? hakikaten hakikat misin? balon musun, sepet misin, uçak mısın, füze misin, taş mısın, toprak mısın, yol musun, yolcu musun? metafor musun, gerçek misin, imge misin, sembol müsün? im misin, in misin, cin misin? kırık mısın, sağlam mısın?"

soruları sıralarken d., duymak istemediğinizde kulaklarınızı tıkayamadığınız, engel olamadığımız o ses (!) bana (ki vicdanımı simgeleyen ancak genelde bir halta yaramayan sestir bu.) selvi boylum al yazmalım repliklerini getiriyor aklıma. bu tarz şeylere engel olamazdım. hep böyle olurdu yani, horultularla ya da bedenimde çeşitli ağrılara neden oluşuyla daima kendini hatırlatan içimdeki canavardı buna sebep. antipatik oluşumun sebebi de. bütün soruları kulak arkasına atıp, antipatizmim top yapmış şekilde "... durursam bir daha kurtulamam. ziyanı yok gülüşü yeter bize. yüreğim kaydıysa günah mı? çamura saplansam yardıma gelir misin? elini tuttum, sıcacıktı. yüreği elimdeymiş gibi. elinden tutuversem benimle gelir mi? ..." diyen canavarı düşünmeden edemiyor, d.'nin sorduğu soruları aklımda dahi tutamıyordum. derken d. "alo, ş! orda mısın?" dedi. "burdayım; ama şimdi kapatmam lazım." dedim. içimdeki canavardan kaçmamın tek yolu buydu o an.

saatler bir saat ileri alındı, canavar uykusunda dahi bütün bedenimi kontrol altında tutuyor. grip oldum da bu haftasonu. hazır biraz sessiz bir ortam bulmuşken kendime cevaplar bulayım. bu arada d.'nin de ultraçokbilmiş bir bilge olduğunu hatırlatmak isterim.

işte cevaplarım:

antipatik ben, hakikaten yoldayım.
antipatik olmayı öğrenmiştim; ama her daim böyle olmayı hakikaten istememiştim. talip olduğum şey için hakikaten kendimi bitirmeye hazırdım.
ağaç değildim. balon, füze, uçak, toprak değildim. düşünmedim ama olmayı arzu edebilirdim belki. yolda olduğuma göre yolcuydum da.
antipatik bir metaforum ve bir gerçeğim aynı zamanda. ve cin değilim.

son soru neydi?

kırık mıyım, sağlam mıyım?

"kırık"'ım. (dikkat! türkiye üzerindeki antipatik halklar tarafından lokasyonu özellikle bursa olarak belirlenmiş ve bir takım erkekler için söylenen söz anlamında değildir.)

ş!

ara sıra, yağmurlu havalarda falan, elim gene sancır.

insana hüzünden başka birşey veriyordu Salinger. ve hüznü de başka türlü veriyordu. central park donduğunda ördeklerin ne yaptığını, nereye gittiğini merak eden çocuk burnumun direğini neden sızlatıyordu? ya da keyfim kaçıkken bir arkadaşıma sığındığım o gün, allie'nin ölümü üzerine bütün camları kıran holden niye aklıma gelmişti? bir zaman önceydi. kendi dertlerimle harman ettim kitabın o anını, arkadaşım d.'ye anlatmayı denedim halimi, ahvalimi. holden'i anlattım. daha yarısına gelmeden hüngür hüngür ağladım karşısında. yani içimden geçen, yapmak istediğim buydu ama o an ki tüm çabam gözlerimi açık tutmak olduğundan onun değil ancak kaçık keyfim karşısında ağlayabilmiştim. niye ağlamayayım ki? çünkü holden caulfield bana bir sürü canlıdan çok daha yakın birisiydi aslında.

"... ben on üç yaşındaydım, ruhdeşene götürdüler beni garajın camlarını kırdım diye. içerlemedim. gerçekten içerlemedim onlara. garajda yattım öldüğü gece, yumruklaya yumruklaya garajın bütün camlarını kırdım. o yaz, bir karavanımız vardı. arabaya bağlar, dilediğimiz yere giderdik. onun da camlarını parçalamak istedim. elim kırılmıştı, beceremedim. doğru, yapılır şey değildi. ama ne yaptığımı bilmiyordum. hem siz allie'yi tanımadınız. ara sıra yağmurlu havalarda falan, elim gene sancır. doğru dürüst yumruk atamaz oldum artık. ama bu bir yana, pek aldırdığım yok. nasıl olsa cerrah, kemancı falan olacak değilim. ..."

arkadaşıma gittiğim günkü gibi hissediyorum.

işte d., ahvalim bundan ibaret. şimdi beni, salinger'ı, adamım holden'ı, gönülçeleni daha iyi anlayacaksın. anlat(abilsem)sam anlican çünkü, işte anlattım. bitti.

ş!

ruhastası.

panik atak desem değilim, alkol bağımlısı desem değil, obsesif kompulsif değil, hiperaktif de değilim, tikim de yok, şizofren zaten değilim, uyurgezer olabilirim belki uyur vaziyette olduğumdan bundan da emin olamıyorum. ama bildiğim birşey var, ben deli değilim napolyon'um.

ya ya ya, şa şa şa! bizzat kendim çok yaşa...

kafam karıştı yine. erasmus'un da karışmış, benimki niye karışmasın? adam yıllar önce sormuş "gerçek bilgelik mi yoksa kendini bilge sanmak mı deliliktir?" diye.

deli değilim ben. ya da aslında bir çeşit deliyim. Platonik aşkların sahiciliğini araba aksesuarlarının yardımıyla anlatan sanatçı(!) yıldız tilbe'den (tilbe burada abs'nin devreye girip aşkı durdurarak kaza yapmayı önlediğini iddia ediyor.), bir ilkokulda ödevini yapmayan iki öğrencisine tokat atmayarak daha adil bir yol bulduğunu sanan kızgın öğretmenden (öğretmen, burada öğrencilerin birbirini tokatlamasını istemiştir.), 1 nisan günü sanat topluluklarının bulundukları şehirlerde 1 nisan şakası formatında sürpriz etkinlikler düzenlemeyi planlayan kültür ve turizm bakanlığı'ndan (ki bakanlık 1 nisan şakası yapılacağının duyulmaması uyarısı yapmayı ihmal etmemiştir.), '70 milyonun' önünde torununun emaneti olan köpeğin kaybolduğunu ve bundan torununun haberdar olmadığını söyleyen neneden ya da kabul edilebilir bir mazereti olmaksızın evlilik sorumluluğundan kaçanların dini olarak hoş görülmediğini ve bekarların evleninceye kadar iffetlerini korumalarını emreden yani 'evleneceksin! yoksa diyanet işleri başkanlığı cıs yapar' diyen diyanet işleri başkanlığı'ndan daha deli olduğum kesin. ya da saçını neye süpürge ettiğini anlayamadığım, saçlarını tarayıp sarı renge boyayan sayın bayan f.'den.

kendime rakip görebileceğim deli cevat vardı bir zamanlar. 'hedenede hanım kızlar hödenee, al fistanı hönkürdümde fedenee' diye türkü mırıldanan psikolojik enkaz. idol. akıllı uslu bilirdim de onu, bu durumda şeyindeki saati burnuna takana kadar sürdü. karizmayı fena çizerekten, tek rakibim olan kendisi de sisteme daha fazla dayanamadı.

dayanıyorum ben. deli olduğum için. delilik iyidir. kitaplar yazılmış, methiyeler düzülmüştür deliliğe, övülmüştür delilik. gülmek istediğimde kendime bakmam bile yetiyor, siz bunu beceremezken. neyse allah daha beterinden saklasın dostlar. sakının kendinizi benden den den den den, hergün daha delirerekten...

kamuoyuna saygıyla duyurulur.

ş!

mama said.

konu: radyoda çalacak şarkının anonsu hk.

telif derdi yok, özgürce istediğim şarkıyı dinleyebiliyorum. metelik ödemeksizin üstelik. bu önemli bir ayrıntı, zira 'ayaklarımın yere bastığı gerçek dünyamda' en önemli işlerimden birisi bu. şarkıyı dinle(t), ederini ödeme. ne güzel. aslında ne kötü. çünkü bir gün güzel sesim keşfedilir de hem güftesi hem musikisi bana ait olan şarkılarımı çalarlarsa radyolarda, televizyonlarda o zaman ben de ortalığı birbirine katarım. niye yanlarına kalsın ki.

böyle düşündüğüme göre bahsettiğim radyonun, sinir kütlesinden ibaret duyum ve bilinç merkezim olduğunu anladığınızı kabul ediyorum. aklıma tekel usulü sahip olduğum zamanlarda ilk fırsatta üzerinde turn on/off yazan kırmızı butona basıyorum. eski model olmasından mütevellit sesi net duyamıyorum ilk açışta, sonra kendiliğinden sesi yükseliyor ama. dün gece bir yandan havasından mıdır suyundan mıdır bilinmez ülkede binlercesinin muzdarip olduğu ve bence bilim adamlarının ivedilikle incelemesi gerektiğini düşündüğüm "ben de küçükken sarışındım" ezberine gülerken (ama ben bu ezbere değil, küçük prens'in muhatap olduğu bu duruma gülüyordum), elim gidiverdi turn on/off düğmesine. trt'de yayınlanan pop saati programını hatırlarsınız ve sunucunun sesindeki o ciddiyeti. zaten yıllarca aynı kıravatı takması ve aynı çizgili ceketi giymesi de bu ciddiyetin bir gereğiydi bence. radyonun sesi yavaştan yükseldiğinden anonsun başı varsa dahi duyamıyorum ama anons "... şimdi sırada ünlü amerikan bir rock grubu var. evet, metallica'dan bahsediyorum sayın dinleyiciler. ..." şeklinde sona eriyor ve sonra ünlü amerikan rock grubu metallica'dan 'mama said' isimli şarkı çalmaya başlıyor. sinir kütlesi beynimin kıvrımları teker teker kıpırdanmaya başlıyor, bir dolu şey geçiyor aklımdan bu sırada.

'nerde kaldın bu saate kadar?' dediğinde alınmıştım. onun yanında olmadığım o saatleri geçmişe bakarak değerlendirmesine alışkın değildim; ama o da alınmıştı geçmişte. sonra beni izledi bir kaç dakika ve yine geçmişte alındığı ne varsa söyleme gayreti içine girdi, izin vermedim. hem dedemin 'sılo' diye seslendiği ben, sinir kütlesinden ibaret duyum ve bilinç merkezine sahiptim. büyümüş, 'sılo' olarak anılmaktan kurtulamamışsam da bir 'bok' olmayı başarmıştım ya da başarıyor gibiydim. akıllı ve yetenekliydim(!). bir merkezden bir radyo yaratıp, istediğim müziği dinleyebiliyordum en azından. böbürlenmeyi sevmem pek, bilirsiniz.

şarkı, "mama, she has taught me well" diye başladı. (annem beni iyi eğitti anlamına geliyordu bu.) "told me when i was young" diye devam etti. (gençken bana anlattı anlamına geliyordu bu.) "son, your life's an open book. don't close it fore its done." (oğlum hayatın açık bir kitap, bitene kadar kapatma anlamına geliyordu bu.) diyerek sürüyordu şarkı. grup, "a son's heart sowed to mother, but I must find my way." (bir oğulun kalbi anneye bağlıdır; fakat yolumu bulmalıyım anlamına geliyordu bu.) derken yavaştan kendi bencil hislerimin güç aldığını hissettim bu sözlerden. kapatamadım ama radyoyu. şarkı "let my heart go, let your son grow." (kalbimin gitmesine izin ver, oğlunun büyümesine izin ver anlamına geliyordu bu.) diyerekten sona eriyordu yavaştan. daha da asileşiyordum, şarkıda asileşiyordu. elim birden turn on/turn off düğmesine gitti, ama o sırada grubun şarkının finaline doğru söylediği "i need your arms to welcome me" (beni karşılaması için kollarına ihtiyacım var anlamına geliyordu bu.) kısmını duyuverdim. duymamla kapatmam bir oldu, asi ruhum yenildi bir kez daha. oysa şeffaftı herşey, camın bir tarafından bakınca diğer tarafı net olarak seçiliyordu yani.

radyoyu kapattım. yine trt vurgusu yapmadan edemeyeceğim. "... burasi türkiye radyosu, 2. programi. reklam ajansı için hazırlanan reklamları dinlediniz. demirbank, iyi geceler diler." şeklinde bir kapanış olmadı tabi. ya da oldu ben duyamadım. sanırım benim radyomun sesi yavaştan yükseliyor ve sonra yine yavaştan duyulmayacak kadar kısılıyor. sevdim bu özelliğini radyomun.

'dersini almış da ediyor ezber' olarak sıçradım yataktan. sonra hayatımda ilk kez gördüğüm sert mizaçlı beyaz saçlı bir kadın bana "sanık müdafisinden diyecekleri soruldu" dedi. "müvekkili, bir sonraki celse hazır edelim efendim." diyerek cevapladım ben de. günün devamı falan fıstık...

sonuç: saçları beyaz değil belki ama annem de sert mizaçlıdır. neyse, bir de bir sorum olacak: başarıya giden her yol mübah mıdır?

ş!

themisbirtanrıçaysabenneyim?

themis, yunan mitolojisinde uranüs ve gaia'nın kızı olan adalet ve düzen tanrıçasıdır. ilahi adaletin tecessümüdür. yani ben öyle bilir, sayar severdim onu.

mermerden vücuda getirildiğini bildiğimden söylüyorum, sözüm ona can yakmaksızın mermeri bir güzel oymuşlar. bitince de gözlerini bağlayıp bu da yetmezmiş gibi eline bir de kılıç ve terazi 'tutuşturmuşlar'. 6 yıl önce olsaydı, hiçbirşey ifade etmezdi bunlar bana. şimdi de ifade etmiyor ya o da ayrı.

ilkokulun son yılında da şiddetle savunduğum üzere, hala 'çok' gezenin 'çok' bildiğini düşünürüm. zira john locke da doğduğumuzda zihnimizin boş bir levha olduğunu söylerken duyumlar önemlidir demiş ve onun zaman içinde deneylerle kazanılan bilgilerle dolduğunu söylerken pek de haksız değilmiş. 2 yıl önce olsaydı, hiçbirşey ifade etmezdi bunlar bana. şimdi ediyor ya o da ayrı.

bana açık açık 'dene-me-' dedikleri şeyi denedim, 'yanıl-ma-' dedikleri halde yanıldım. ama themis'e güvendiğimden geldi bunlar başıma hep. onun themis'in doğadaki yansımalarından biri olabileceğini sanmıştım. oysa o, olsa olsa bir buçuk metrelik boyu ve her daim çatık kaşlarıyla gudubet bir tanrıça çakması olabilirmiş ancak. yanılmadığım şeyler de yok değil, onun da gözleri bağlıydı ve elinde körde olsa bir kılıç, ayarı bozuk da olsa bir terazi vardı. memeleri de tıpkı themis'inkiler gibi belirgindi ve bu belirginlik ona haz verdiğinden olacak, yürürken çatık kaşları altında iki çizgiden ibaret gözlerini onlara dikerdi. efendime söyleyeyim, yürürken gözlerini memelerine dikmesi bir yana, elindeki kör kılıcı bozuk otomobil sileceği gibi ayarsızca bir o yana bir bu yana sallaması da cabasıydı. bir de son iki yıldır aldığı 'fazla' kilolardan olacak, teraziyi de canı kendini kaç kilo görmek isterse ona ayarlardı. zaten onu cetvel-i sim gibi gösterdiğine inandığı ve vücudunun ağırlığını taşımakta zorlanan vamp (bkz. http://www.tdk.org.tr/) çizmeleriyle dışa basarak yürümesi de denge sorunu olduğunu gösteren bir diğer delaletti. tüm bunları bir kenarda topladığımda, deneme ve yanılmaya değecek hiçbirşey olmadığı da ortadaydı aslında. ama ben zihnime bu tanrıça çakmasına dair tüm bilgileri çok ciddi 'denemelerle' ve 'yanılmalarla' elde ettiğimden, adeta kazımıştım. ama o boş levhayı kazarken derinliğini iyi ayarlayamış olmalıyım ki sonraları zilyon kere kazmak zorunda kaldım aynı yeri. sonra yine, yine. ve bugün saat 14.18'i gösterirken ondan şu sözleri işittim: "... (burada tarif edemeyeceğim bir şekilde gülüyor!) olsun canım, bu tarz şeyler insana daha dikkatli olmasını hatırlatır.". ya da bunun gibi birşeydi söylediği. muhtemelen yumuşattım ben yine demiş olduğu her neyse bana, ah bu ben. yumuşatmak zorunda kaldım, korkmuştum o kör kılıçtan çünkü ben. ve yine korkuyorum hiçbir zaman kullanmayı öğrenemeyecek olmasından. işte yine aynı şey oldu, aldığı fazla kilolar da kurtaramadı onu; çünkü kör kılıcını belkide daha 'büyük' olduğu için kıskandığı memelerime (özellikle solda konumlanana) doğru savuracakken ki ufak birkaç sıyrığım vardı zaten, kör kılıcın ağırlığı onu deviriverdi. çizmeleriyle dışa basarak yürümesinin etkisini de atlamayacağım tabiki.

çok denediğim ve çok yanıldığım için sıyrıklarımı küçükten büyüğe, uzundan kısaya, eskiden yeniye sıralayabiliyordum. ama inanın bu oyun çok can sıkıcı, elimde bir abaküs olsa daha çok zevk alırdım. en azından rengarenk. bu sonuncusu ise en yenisi, orta büyüklükte ve orta uzunlukta. ama mermerden değilim ki ben.

işte themis'in ve sahip olduğu şeylerin bana 6 yıl önce olduğu gibi şimdi de birşey ifade etmemesi bu yüzden. ona ve sahip olduklarına yüklenen anlamlar değişeli çok olmuş, marx baba yine haklı çıkmış. ağartması boşa değilmiş saçı sakalı.

sonuç: belki de themis'e haksızlık etmişim. böyleyse de, birgün eğer bir evrak çantam olursa, onun üstüne itinayla themis'i çizdirteceğime söz vermiştim. birşey daha beni el üstünde tutan, besleyip büyüten aileme haksızlık olmasın die yazıyorum bunu. themis bir tanrıçaysa ben neyim?

Themis, yasadır, kuraldır. ama gelip geçici bir yasa değil. ben de onun 'gerçek' yansımalarından biri olacağıma (ne olur ne olmaz diye tek ayağımı kaldırmıştım; çünkü marx baba yine haklı çıkacaktı emindim buna) 10.01.2009'da yemin vermiştim.

ş!

ACI KAYBIMIZ

üzerine 'tilki' sıfatı yapışmış bir kimse olarak ölmek istemem.

geçen yüzyıldan anıları olan, 87 yıl öncesinin Beyoğlu'sunu anımsayan, ölüm anı itibariyle doldurduğu/dolduracağı yaşına hitaben ...'lık delikanlı ya da enerjisi kaybolmamış bir yaşlı kurt olarak anılmanın ölüm öncesi herkese cazip geleceği kesin.
'bu bir ölüm ilanıdır.' böyle yazılması ilgili mevzuat gereği zaruri miydi değil miydi? Değilse bile, ilanın orta yerinde büyükçe ve kalın harflerle yazılı "ACI KAYBIMIZ" olan kaybımın çoktan ölüp, cennete ya da cehenneme veyahut bir dostceğizımın genellikle gitmeyi sevdiği araf'a ayak bastığını vurgulamak için itinayla ve yine büyükçe ve kalın harflerle yazılmasını istiyorum. Bir de hep kafamızı 90 derece eğmek suretiyle okunabilecek şekilde yazılmasın. ilanın çerçevesini ortalasın istiyorum 'bu bir ölüm ilanıdır.' zırvasının. Aslında hiç de zırva değil ya neyse.
ilanı bırakıp, ruh halime dönelim şimdi.
öldüğünü hissedemiyordur bence. hissetseydi kesinlikle tarumar ederdi kendini; çünkü bu 'tilki' olma hali zor iş, dönüyorsun dolaşıyorsun yine aynı yerdesin. heçediyorsun döndüğün zamanları, yolları dolaşarak üzerinden. artık öğrenmiş olmalıdır hem, yolunu bulmak için ekmek kırıntıları yerine çakıl taşlarını bırakmaya ardına. onun yolunu kolayca öğrenmiş olması, acıdır ki bana öldüğü için duyabileceğim acıyı unutturdu.
'tilki' özünde iyi bir hayvandır. Türk Dil Kurumu'na (TDK) inat bir türkçe ile yazıyorken, tilkinin anlamını da TDK'dan aynen aktarıyorum:
"tilki: Etçiller. Köpekgiller familyasından bir memeli türü. Uzunluğu 90, kuyruğu 30 cm. Irklarına göre çeşitli renklerde olurlar. Kuyruk tüyleri uzundur. Kümeslere saldırır. Toprakta in açar. Kürkü çok beğenilir. Avrupa, Asya ve Kuzey Afrikada yaşar."
okuyucu, seninde tahmin ettiğin gibi bu tanımlamada en çok beğendiğim yer 'kürkü çok beğenilir.' kısmı oldu. ne değerli bir hayvanatmış meğer. bir de özünde iyi hayvandır dedim ya, bunun da abartılacak bir yanı yok. sadece ekosistem içindi o. neyse...
gelelim ilana yeniden.
----------------------------------------------------------------------------------
BU BİR ÖLÜM İLANIDIR.
(bu ibarenin hayatın olağan akışının bir zarureti gereği yazılmasına gerek olup,
yazmayanlar hakkında 31012010 sayılı kanun gereği işlem başlatılacaktır.)
ACI KAYBIMIZ
Sevgili Tilki'm;
Kürkü çok beğenilen hayvan olarak aramızdan ayrılmanın büyük acısını yaşamak isterdim. ama kürkün olmadan bir hiçsin sen ve kürkün keskin bıçak darbeleriyle ayrıldığına göre bedeninden (hadım edildin bundan da bi habersin) artık böbürlendiğin hinliğin de para etmez. kürkünün ederi fazla ama.
Şunu bilmeni isterim ki, bir tilki her daim hayvandır. yaşarken de öldüğünde de. ama insan, yaşarken canlı öldüğü vakitse ölü ya da merhum. ben, bu iki kavramı inanılmaz karşılamanı hep dehşet içinde izledim; sen acı bir kayıp olmadan önce hayvan kılıklı bir canlıydın, şimdi de hayvan kılıklı bir ölüsün. merhum demeye dilim varmıyor da.
mamafih, seni severdim sevgili tilki'm. daha çok sevebilirdim de. ama ölenle ölünmüyor. yaaa, öyle işte. görüyorsun hayat fani hayvanlık baki. öldün ya sen, o ardına bıraktığın çakıl taşlarını da körolası çöpçüler süpürmüşler. bir daha nah bulursun dükkanın yolunu!!!
işte bundandır kaybımın acı olması.
bir hayvan olarak kaybolman içimi ziyadesiyle acıtıyorsa da hakettin sen demekten de alamıyorum kendimi.
toprağın bol olsun.
Ş!
----------------------------------------------------------------------------------
'bu bir ölüm ilanıdır.' için çerçeveyi ortalasın derken gözünün içine sokmuşum okuyucunun. olsun gözüm, böylesi de iyi oldu. son birşey daha. çelenkti, çiçekti, taziye ziyaretiydi, helvasıydı, 40'ıydı diye paralamayın kendinizi; zira ben hacıbaba'dan hepinizin gönlüne göre vermesini dileyeli hayli oldu. bir acı kahve içmeye, hoş muhabbete beklerim. halimi hatırımı soran dostlar görebiliyorsam benim dileklerim zaten kabul olmuş demektir. Dünya tepsi şeklinde olup, yine küresel ısınsaydı dahi yine bu olurdu dileğim hacıbaba'dan.

ş!